30 Ocak 2014 Perşembe

Biutiful

Biutiful (2010)





Alejandro Gonzalez İnarritu filmi.

Amores Perros, 21 Grams, Babel filmlerinin de yönetmeni İnarritu, bu filmi babasına adamış. 
''Benim yaşlı, güzel meşe ağacıma adanmıştır.''

No country for old men filmiyle gönlümüze taht kuran:) Javier Bardem, bu filmle 2010 Cannes Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Oscar adayı da oldu fakat King's Speech filminde kralı oynayan Colin Firth'e kaptırdı ödülü. 

Requiem for a dream etkisi bırakıyor biraz izleyende. Birden fazla duyguya ve duyuya hitap edebiliyor Biutiful.

Film, Barcelona'nın arka sokaklarında geçiyor. Katalanların başkenti, heykellerin, cathedrallerin merkezi, lüks otelleriyle ünlü, cıvıl cıvıl turistik şehrin görünmeyen yüzünü anlatıyor. Şehirlerin de karanlık yüzleri var. İnsanlara benziyor biraz.

Bazı filmleri izlerken bütün hayatın sadece o filmden ibaret olduğunu düşünürüm.
Bu da onlardan biri. Filmde hayatın bütün arka bahçeleri var. Hastalık, yoksulluk, esaret, harcanan insan hayatları, çaresizlik. Galiba en çok da çaresizlik var. 

Filmi izledikten sonra ilk birkaç gün sık sık aklıma geldi bazı sahneler. Kaldırımda öylece yürürken, çocuklarını babasız bırakarak ölen ve öteki tarafta (20 yaşında ölüp mumyalandığı için 20 yaşında gibi görünen) gerçek hayatta hiç tanışmadığı babasının yanına giden Uxball'ı düşünüp durdum.

Polise rüşvet vererek kaçak işçilerin iş bulmasına yardım edip komisyon alan, telepatik güçleri sayesinde ruhlarını kolay teslim edemeyen ölenlerle konuşup onları rahatlatarak ailelerinden para alan, prostat kanseri yüzünden ölmek üzere olan, kaçık karısını seven ama çocuklarını bu depresif kadına emanet edemeyecek kadar düşünceli davranan müthiş bir baba Uxball.

Çocuklarını evrene de emanet edemeyeceğini düşünen Uxball, 'evren kiranı ödemez' diyor ve bundan sonra attığı her adımı çocuklarının geleceği için atıyor. Uxball, babasız büyüdüğü ve babasını hiç hatırlamadığı için hayatının son zamanlarını çocukları için çalışarak geçiriyor. Ayrıca ölenlerin bu dünyada kapatamadıkları hesapları ya da yarım kalmış işleri olduğunda diğer tarafa ne kadar zor gittiklerini bildiği için belki de aynı şeyi kendisi yaşamak istemiyor.

Uxball'ın babasının mumyalanmış cesediyle ölmeden önce karşılaştığı sahne çok acayipti. Baba 20 yaşında görünürken oğlu 40'lı yaşlarda. Uxball'ın abisi, ( Uxball'ın çocuklarının annesiyle de yatan, karanlık işlerle uğraşan kötü bir adam) babasının cesedini gördüğünde midesi bulanıyor. Aynı anda Uxball'ın yüzünde sevecen bir ifade görüyoruz. Çok sıcak bir gülümseme... Uxbal öldükten sonra da babasıyla öte tarafta buluşuyor. Genç babayla yaşlı çocuğun ilk karşılaşmalarını da filmin başında ve sonunda izliyoruz. Bunlar en çok beğenilen sahneleri arasında filmin.

Uxball'ın oğlu küçük Mateo filmin masumiyet nişanı gibi. Gece yatağına işediği için içlenen sarı kafalı bir sıpa. Burada da çok ince bir ayrıntı var. Baba-oğul ilişkisine 3 kuşağı da kullanarak geniş yer veren filmde Mateo bazı geceler yatağına işiyor, Uxball ise hastalığı yüzünden altına yapıyor. Hatta güçlü bir baba profili çizdiği
sahnelerde kendini bezlediğini görüyoruz.

Baba-oğul ilişkisi demişken ölmeden önce oğlu Mateo, öldükten sonra da babası Uxball'a aynı bilgiyi veriyor. 

-Baykuşlar öldüklerinde ne yaparlar biliyor musun? Tüy yumağı kusarlar.

Marambra karakteri çocukların annesi. Gel-gitleri olan ilginç bir kadın. Oğlu Mateo'yu altına işediği için dövüyor. üstelik evde yalnız bırakıp kızıyla birlikte tatile gidiyor. 
Dışarıda karanlık işlerle uğraşsa da evde çocuklarına terbiye veren ve onları iyi yetiştirmeye çalışan baba, sadakatsiz karısına, çocuklara kötü davrandığı için şunu söylüyor:

- Gördüklerin yıldız değil hayatım. Senin sinir sistemin.

Ne kadar iyi bir iş yapmış cast direktörü Marambra'yı doğru seçerek. Aynı şeyi çocuklar için de söylemeliyim. Fakat filmi benimle birlikte izleyenler de bu kadının gerçekte de böyle psikopat olduğunu düşünmüşlerdi. Hatta filmi izlemeye kadının 
yüzünü gördüğüm şu fotoğraftan sonra karar vermiştim. 



Bir anne fedakarlığına sahip baba. Bu kadar güzel olunur mu Javier Bardem? 

Uxbal'ın, ölmek üzere olduğunu anlayan kızına, 'Gözlerimin içine bak. Lütfen beni unutma hayatım' dediği sahne en hüzünlü sahnesi filmin. Banyoda kan işedikten sonra ''Ölmeni istemiyorum baba'' diyen kızına ''Ben de istemiyorum'' diye sarıldığı sahne. Baba-kız ilişkisi de çok canlı. Zaten babasından kalma yüzüğü kızına verdikten sonra kızının yatağında ölüyor Uxball. İspanyolcayı da sevdiren tonlamalarla konuşuyorlar bu bölümlerde. 

Ayrıca ben böyle güzel ölüm sahnesi izlemedim. Çok iyiydi. Her gece 1 günlük ömürleri olan kelebeklerin tavandaki ruhlarını gören adam öldüğünde tavanda hiçbir şey göremiyordu. Öldükten sonra aynadaki yansıma sahnesi ve sonra öteki dünyaya, karlı ormana geçiş sahnesi de şahaneydi. 

Güzel olan hiçbir şey yok filmde. Ölüm hariç. Güzellik ölümle birlikte geliyor. O yüzden ismi çok yakışmış. Türkçe'ye de çevirmemişler sağolsunlar. 

Barcelona'daki göçmen ve kaçak işçi hikayeleri de anlatılıyor filmde. Hem de çok sert şekilde. Tokat gibi sahneler var bu konuyla ilgili. Asıl güzel olan da bu. Yan konuların da en az ana konu kadar sarsıcı olması. Bu yüzden film çok uzun. 2 buçuk saat. Biraz sabır istiyor tabi.

Filmde sürekli bir kira ve ev problemi var. Ev inşaatında çalışan işçilerin de sıkıntısı bu. Öyle ki daha sonra canlarına mal oluyor. Aklıma, ''Bir sürü ev yapmış Sabri usta, ama o bizim evde kiracı'' repliğini getirdi. İspanya'da barınma ciddi bir sorun herhalde. Çocuklarının geleceği için de kira parası biriktiriyor çünkü baba durmadan. 

Bu film üzerinden saatlerce kapitalizm muhabbeti yapılabilir. Fakat ben şunu tercih ediyorum. Çinli kaçak işçilerin denize atılan cesetleri kıyıya vurduğunda, şehirdeki en lüks otelleri, gökdelenleri de aynı planda görebiliyoruz. Filmin gizli öznesi bu sahnedeydi bence. Her şey zıttıyla anılır ilkesi midir nedir, bilemem felsefesini ama hızlı asansörde kalbim dalganıyormuş gibi hissettim. 

Çocuklarını emanet ettiği Senagalli Ige, parayı alıp kaçmamalıydı zaten. Filmin içime su serpen tek sahnesi Ige'nin geri döndüm dediği sahne. Filmdeki herkes o kadar çaresiz ki, Ige gitseydi de kızabilir miydim bilmiyorum. Belki de gitmiştir de ben anlamamışımdır. Orayı biraz flu bırakmış yönetmen.

Filmde sevdiğim detaylardan biri de iyinin kusursuz iyi kötünün de kusursuz kötü olmamasıydı. Tam çok kötü biri olduğuna kanaat getirdiğiniz bir karakterin birkaç sahne sonra iyi biri olduğunu düşünebiliyorsunuz. Bu yüzden çok samimi geldi bana.

Bu film izlediğim en gerçek filmlerden biriydi. Hastalık da yoksulluk da hayatın gerçeği. Yönetmen insanların duygularını sömürmüş dedirtmeyecek kadar gerçek. Olanı anlatmış adam. Yok mu böyle hayatlar sanki? 

Filmin vermek istediği mesaj, baba-oğul ilişkisi üzerinden ''göçmenler, kapitalist dünyanın yetim çocuklarıdır'' diyen İspanyol film eleştirmenleri olmuş. Tabi biz o kadarını bilemiyoruz artık :) Çok keskin bir cümle. Sizin de aklınızda bulunsun. 

Ölmeden önce bu filmi izleyin, izletin. 

Filmden Notlar;

-Ben küçükken okyanusun sesini çalan bir radyo kanalı vardı. 
-Evren kiranı ödemez.
-Sana sadık kalmak istiyorum Uxball, aynı zamanda da bir fahişe gibi eğlenmek istiyorum.














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder